thejrc.org
Bugun...
Bizi izleyin:


Tuygan Çalıkoğlu


Facebookta Paylaş









Gelişmiş Bir Ülke Olmak Hayal Mi?
Tarih: 30-07-2023 08:36:00 Güncelleme: 30-07-2023 08:36:00


Dünyada herkesin yaptığı işi, “herkes” gibi yaparak zenginleşmek mümkün değil. “Daha iyi” yapmak da zenginleşmeyi yaratmıyor. Zenginleşmek için herkesin yaptığı işi herkesten “farklı” yapmak gerekiyor. Ancak asıl zenginlik, “herkesin yapamadığını yapmaktan” geçiyor. Bunu başaran ülkeler diğer ülkelere fark atıyor, bu ülkelerdeki yaşam kalitesi de muazzam yükseliyor.  İşte o zaman insanlar; yaşamın sadece “fizyolojik” ihtiyaçları karşılamaktan, yani, barınma, beslenme ve üreme sorunlarını çözmekten ibaret olmadığını öğreniyorlar. Ayrıca, gelişmek ve zenginleşmek çok farklı kavramlar. Zengin olmak, gelişmiş olmak anlamına gelmiyor. Para kazanmak, satın alma gücünü yükseltmek “zenginleşmek” için yeterli. Ancak “gelişmek” zengin olmanın ötesinde, insanı eğitmek, kültüre ve sanata yatırım yapmak demek. Bunu yapmadan gelişmiş bir ülke olmak mümkün değil.

 

Türkiye ekonomisi; genel olarak hammadde ve sıradan mallar üreten çok düşük katma değerli bir ekonomi. Dahası, Erdoğan’ın sıklıkla vurguladığı “milli ve yerli” olmaktan çok uzak bir ekonomi. Tarımsal ve endüstriyel üretimde dışa bağımlılık oranı yüzde 70’lerin üzerinde. Yani üretmek için “ithalata” mahkûmuz. Böylesine dışa bağımlı bir ülkenin, bu tarz bir üretimle zenginleşmeyi beklemesi, hayalden başka bir şey değil. Üstelik yeterince tasarrufumuz olmadığından, bu üretimi de yabancılara “borçlanarak” yapabiliyoruz. Ekonomik büyüklük ya da kişi başına düşen gelir gibi “makro” göstergelere bakarsak, Türkiye yaklaşık 35 yıldır yerinde sayıyor. Ak Parti’nin iktidarda olduğu son 21 yılda da öyle iddia edildiği gibi bir gelişme yok. Örneğin Kişi Başı Gelir 2000 yılında 4 bin doların biraz üzerindeydi ve dünyada 65. Sıradaydık. 2022 itibarıyla Kişi Başı Gelir 10 bin 618 dolara çıkmasına karşın dünya sıralamasında 79. Sıraya geriledik. Tam 14 basamak aşağıya düştük. Nedeni, dünyada bizden daha yüksek performans sergileyen ülkelerin olması. Bu arada, gelişmiş bir ülke kategorisinde yer almak için, kişi başı yıllık gelirin 30 bin doları aşması gerekiyor.

 

Peki, Türkiye bu ekonomik sıçramayı neden yapamıyor? Çünkü Cumhuriyet tarihi boyunca kazanımlarımızı “özelleştirme” gerekçesiyle “yok pahasına” sattık. Elde ettiğimiz gelir 60 milyar doların üzerindeydi. Ne yaptık bu parayla? Bu parayla birlikte, dışarıdan aldığımız kredilerle oluşturduğumuz “sermayemizin” önemli bölümünü “insanımızın geleceğine” değil, “betona” yatırdık. Başta kamu binaları olmak üzere, en büyük, en şatafatlı projelere yöneldik. Ancak dünyada yaptığı sarayla, yolla, köprüyle, havaalanıyla gelişen bir ülke yok. Bu arada sermayemizin bir bölümünü de kredi kullanımını teşvik etmek amacıyla “faizi” baskılamakta kullandık. Çünkü amaç tüketimi artırmak için“iç talebi” yükseltmekti. Üretimi hiç düşünmedik. Bu süreçte “tarım ve hayvancılığı” bitirdik, “imalat” sanayini yok olma noktasına getirdik. Kredi yoluyla iç talebi artırarak, tüketimi teşvik ederek “zengin” bir ülke olunmuyor. Üretmek gerek, ancak bu üretim “bilgi yoğun” olmalı. Bu tarz bir üretim; özgür düşünebilen, yaratıcı insanlarla mümkün. Ancak biz hala ezbere dayalı bir eğitim sistemini sürdürüyoruz. İnsanlarımız kitap okumuyor, düşünmüyor ve sorgulamıyorlar. Sosyal medyadaki paylaşımlarına bakarsak, bulunduğu mekânları, neler yiyip, içtiğini aktarıyorlar. Zamanı hovardaca harcıyorlar. Bilgiye ulaşma çabaları yok. Böyle bir çaba ilgi de görmüyor zaten. Facebook’ta çoğunluk, 3- 5 satırdan fazla okumak istemiyor, resimlere bakması yeterli. Kim nereye gitmiş? Kim kiminle birlikte? Ne yemiş? Ne içmiş? Bunlar daha çok ilgi çekiyor. Instegram bu nedenle daha popüler. İlgi tümüyle “görsele” kaymış durumda. İnsanlar sığ ve yoz bir kültürün parçası halindeler. Sadece” hazza” endekslenmiş bir hayat peşindeler. Yaşamlarını rasyonel biçimde, yani “akılla” yönetme becerileri yok. Çünkü bunu yaratacak bilinçleri yok. Kendi aklını yedeğe alan, kolektif akılla hareket eden insanlar. Savruluyorlar. Ancak bu insanları biz yetiştirdik ve mevcut eğitim sistemiyle “vasatı” aşacağımız sandık.

 

Gelişmiş bir ülke olmak için hammadde ekonomisine değil, inovasyon ekonomisine, kültür ekonomisine, fikir ekonomisine, hayal ekonomisine ihtiyaç var. Bunlar “sıradan” insanlarla yapılacak işler değil. Nüfusunun kabaca yüzde 2’si, sıra dışı zekâ ve yeteneklerle dünyaya geliyor. Gelişmiş ülkeler bu özel insanları çok iyi korumak, özel olarak yetiştirmek ve yetki vermek için gerekli koşulları hazırlıyorlar. Türkiye ise; ne yazık ki, bu özel insanlarına sahip çıkmıyor, elinden kaçırıyor. Başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkeler, bu insanlarımıza kapılarını sonuna kadar açıyorlar. Onların verimli çalışmaları için her türlü imkânı sağlıyorlar. Türkiye ne yapıyor? Kamu bürokrasisi tümüyle “nepotizme” bulaşmış vaziyette. Yani hısım, akraba kayırma peşinde. Nepotizm “cehaleti” yüceltmek demektir ve “gelişmemiş” toplumlarda görülür. İş “layık” olana değil, “yakınlara” verilir.

Görevi bilim, teknoloji ve yenilikçi politikaları hayata geçirmek olan, ekonomik gelişimin itici gücü Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na ayrılan bütçe çok düşündürücü. Çünkü, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmekle görevli Diyanet İşleri Başkanlığı kadar bir bütçe uygun görülüyor. Anlaşılır gibi değil. Üstelik, Anayasa “Türkiye laik bir devlettir” der. Laik devletlerin “resmi” olarak kabul ettiği bir “dini” olmaz, herhangi bir inanış “tercihi” bulunmaz ve dinsel faaliyetlerin “finansmanını” devlet sağlamaz. Batı’da dinsel kurumlar“devlet” bütçesinden pay almazlar, dinsel faaliyetlere katılan “cemaatlerin” bağışlarıyla kendilerini finanse ederler. Örneğin ABD’de her mezhepten kiliseler, kreş faaliyetleriyle kendilerini finanse eden “Kar Merkezi” (Profit Center) konumundadırlar.

 

Gelişmiş bir ülke olmak için çözmemiz gereken bir de “kadın” meselemiz var. Siyasal, sosyal ve ekonomik yaşamımızda kadınlarımıza yeterince yer vermiyoruz. Erkek egemen yapıların “belirleyici” olduğu karar alma süreçlerinde, sorunları çözemeyeceğimizi artık öğrenmek zorundayız. Sosyal sorunların temelinde “kadın- erkek” eşitsizliği var. Evde, işte, siyasal, sosyal ve ekonomik yaşamda “ataerkilliği” terk etmemiz şart. OECD’ye göre; üye ülkeler arasında, kadınların işgücüne katılım oranının en düşük olduğu ülke Türkiye. Biz toplum olarak hep kadının doğurganlığını öne çıkarıyoruz. Doğada bütün dişilerin sahip olduğu “biyolojik” bir işlev olan“analığı” kutsallaştırıp, kadının “başka” kimlikler edinmesini engelliyoruz. “Sen anasın”, “Sen eli öpülecek kutsal kadınsın” sözleriyle kadını manipüle ediyor; onları, özellikle siyasal ve ekonomik yaşamın dışına itiyoruz.

 

Dünya bilim çağını yaşıyor. Bu çağda ülkeler beton dökerek değil, teknolojiye, bilişime yatırım yaparak zenginleşiyorlar. Yapay zekâ geliştirecek, kodlama yapacak, programlar yazacak insanları yetiştirmemiz gerek. Bugünkü eğitim sistemimizle bunları yapmak mümkün değil. İnsanlarımıza; bilgiye ulaşmayı, eleştirel düşünmeyi, sorgulamayı ve itiraz etmeyi öğretmek zorundayız. İnsanlar farklı olmaktan, aykırı olmaktan asla korkmamalılar. Yaratıcı olmaları buna bağlı. Çocuklarımız bu niteliklere kavuşmadan “gelişmek” mümkün değil.

 

Avrupa Birliği’nin dört ülkesi, Bulgaristan, Macaristan, Polonya ve Romanya son 6- 7 yılda Türkiye’yi geride bıraktılar. Başlıca nedeni; demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda standartlarını yükseltmiş olmaları. Bunun sonucunda, bu ülkelerin riskleri azaldı ve “borçlanma” yerine “doğrudan yabancı sermaye” yatırımları çekmeye başladılar.

 

Gelişmiş bir ülke olmak istiyorsak; bizim de demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanlarında standardımızı yükseltmemiz, eğitim kalitemizi artırmamız gerek. Mevcut sistemle işler yürümüyor, her geçen gün kötüye gidiyoruz. Türkiye bu gerçeklerle yüzleşerek, siyaseti dönüştürmek zorunda. Bize gelişmiş“beyinler” gerek. Bilgi temelli düşünen, toplumsal normları körü körüne kabul etmeyen, söylenenleri sorgulayan ve gerekiyorsa itiraz etmesini bilen beyinler. Yeri geldiğinde; güce, halkına ve hatta kendine bile ters düşmeyi göze alabilecek cesur beyinler. Yanlışları dile getirmekten korkmayan beyinler. Aziz Nesin’in sözünü unutmayalım; “Söylediklerimiz kadar, sustuklarımızdan da sorumluyuz”.

 

Tuygan Çalıkoğlu

 



Bu yazı 22846 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ÇOK OKUNAN HABERLER
FOTO GALERİ
  • Bebişler
    Bebişler
  • Yurdum İnsanı
    Yurdum İnsanı
  • FANTASTİK
    FANTASTİK
  • ATATÜRK
    ATATÜRK
FOTO GALERİ
VİDEO GALERİ
  • Doğtaş Mobilya'dan 18 Mart'a Özel Video
    resim yok
  • 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi 108'nci Yıldönümü
    18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi 108'nci Yıldönümü
  • Çanakkale 2015 Tanıtım Filmi
    Çanakkale 2015 Tanıtım Filmi
  • Barışın ve Özgürlüklerin Kenti "Çanakkale"
    Barışın ve Özgürlüklerin Kenti
  • TSK'dan Muhteşem Çanakkale Türküsü
    TSK'dan Muhteşem Çanakkale Türküsü
  • Çanakkale Gangnam Style
    Çanakkale Gangnam Style
VİDEO GALERİ
YUKARI