21. yüzyılın en temel meselelerinden biri göç olgusu. İnsanlar iş bulmak, güvenlik sağlamak ve daha iyi bir gelecek için doğdukları toprakları, hatta ülkelerini terk ediyorlar. Asya, Afrika ve Ortadoğu’dan göç edenlerin hedefinde gelişmiş Batı Avrupa ülkeleri var. Bu tercihin temelinde, Avrupa’nın gelişmiş ve çok kültürlü bir toplum olması yatıyor. Başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkelerinin göçmenler için hazırladıkları destek programları, onların toplumla bütünleşmelerini sağlayacak nitelikte. Ancak son yıllarda mülteci sayısının artması ve göçlerin yoğunlaşması Avrupa’da mültecilere bakışı çok değiştirdi ve artık tepkiler sıklıkla dile getiriliyor. Özellikle Avrupa’nın kimliği ve geleceği hakkında yapılan tartışmalar çok olumsuz. Sınırların mültecilere kapanmasını talep eden insanların sayısı her geçen gün artıyor ve göçmen karşıtları giderek ciddi bir siyasal güç haline dönüşüyorlar.
Göçmenlere verilen bu tepkiler; acaba çok kültürlü ve hoşgörülü Avrupa hedefine bir ihanet mi? Yoksa felaketleri önlemek adına bir önlem alma çabası mı? Bu arada “kapıları kapatalım” diyenlerin yanında, “sonuna kadar açalım” diyenlerin sayısı da az değil. Düzeysiz tartışmalar yapılıyor, kimsenin kimseyi dinlemediği tartışmalar. Bu gerilimden beslenen bazı liderler var, seçmeni tahrik eden liderler.
İnsanlığın gelişimini tarihsel süreçte ele alan çalışmalarıyla ünlü Yuval Noah Harari göç meselesine çözüm olarak, genel kabul gören üç koşulu dile getirir. Birincisi ev sahibi ülkenin göçmenleri kabul etmesi. İkinci koşul göçmenlerin bu kabul karşılığında geldikleri ülkenin temel normları ve değerlerini kabul etmeleri. Yani, kendi geleneksel norm ve değerlerinden bazılarını terk etme pahasına rıza göstermeleri. Üçüncü ve son koşul ise, geldikleri ülkenin eşit ve asli üyesi sayılmaları için yeterli ölçüde asimle olmalarının gerekliliği. Bu süreç, “biz” sıfatına sahip olmak için kaçınılmaz. Aksi takdirde, göçmenler “onlar” olarak yaşamaya devam etmek durumundalar.
İçinden çıkılacak, kolay bir tartışma değil. Birinci koşul olan, ev sahibi ülkelerin göçmenleri kabul etmeleri bir “görev” midir? Ev sahibi ülke gelen “herkesi” içeri almak zorunda mıdır? Bir bölümünü ya da tümünü “almama” hakkı var mıdır? Göç olgusuna destek verenler sadece mültecilerin değil, ekonomik nedenlerle, daha iyi bir gelecek için ülkesinden ayrılanların da kabul edilmesini savunuyorlar. Bu görüşün temelinde; dünyadaki tüm insanların, diğer insanlara karşı olması gereken ahlaki yükümlülükleri yatıyor. Buna karşı çıkmak onlara göre “ırkçılık” demek. Bu görüşte olanlar, göçü engellemenin mümkün olmadığını dile getiriyorlar. Çünkü çaresiz insanlar içeri girmenin bir yolunu mutlaka bulacaklardır. Bu nedenle insan ticaretini ve yasa dışı işçileri yaratmak yerine, göçü yasalaştırmak en akılcı yol.
Göçmen karşıtları ise; yeterli gücün kullanılması halinde, kesinlikle göçün engellenebileceğini savunuyorlar. Sadece ölüm tehdidi altında olan mülteci ya da sığınmacılar dışında kimsenin kabul edilmemesi gerektiğini söylüyorlar. Örneğin, Suriyeli mültecileri kabul etmek Türkiye için ahlaki bir sorumluluk. Ancak bu insanların Avrupa ülkelerine gitme taleplerini, o ülkelerin kabul etme mecburiyetleri yok. Göçmenlerin alınıp alınmamasına tümüyle ev sahibi ülkeler karar vermeli. Çünkü insanların en temel haklarından birinin, kendilerini her türlü işgalden korumak olduğu düşüncesi genel kabul görüyor. “İşgal” başka bir ülkenin askeri gücü ile olabileceği gibi, göç eden insanlarla da olabilir. Bu nedenle seçmenlerin tercihleri doğrultusunda, ülkelerin göçmenleri kabul etmeme hakları var. Dahası, bu düşünce sahipleri, insanların göçmen olarak kabul edilmeleri halinde, bunun bir zorunluluktan olmadığını, yapılanın bir lütuf olarak bilinmesi gereğini ifade ediyorlar. Bu nedenle göçmenler,ev sahibi ülkeye minnettar olmak zorundalar.Her ülkenin istediği bir “göçmenlik politikası” uygulama hakkı olduğunu savunanlar oldukça fazla.Dahası, göçmen olma kriterleri olarak bilgi ve deneyimin yanında, kişiye özel bir alan olan dinsel kimliğin de belirleyici olmasını istiyorlar.
Pek çok ülke yabancıların enerjisinden, becerisinden ve ucuz işgücünden yararlanma çabası içinde. Yasadışı göçler bu nedenle gerçekleşiyor. Ortada danışıklı bir dövüş var. İnsana ihtiyaç duyan ülkeler bu yasadışı göçü görmezden geliyorlar, hatta geçici süre kalmalarına izin bile veriyorlar. Ben, kendi gözlemim olarak; ABD’ye bir şekilde girmiş, 10- 15 yıldan fazla süredir yasa dışı çalışmakta olan, Türkiye ve başka ülkelerden gelmiş pek çok insan tanıdım. Başka önemli bir nokta; Katar başta olmak üzere pek çok Körfez ülkesinin, üst sınıfların güçsüz yabancıları istismar ettiği hiyerarşik bir toplum yapısına dönüşme potansiyeli çok yüksek.
Göç meselesinde ikinci koşul, göçmenlerin yerel kültürle asimilasyon zorunluluğu. “Nereye kadar?” sorusunun cevabı yok. Örneğin; geleneksel bir yapıdan gelen ataerkil özellikler taşıyan göçmenlerin, liberal toplum özelliklerini benimsemelerini ve içselleştirmelerini beklemek ne denli gerçekçi? Ya da son derece dindar bir toplumdan gelenlerin, laik dünya görüşünü benimsemeleri nasıl ve ne sürede olacak? Bunlara kıyafetlerini, yeme- içme alışkanlıklarını, müziklerini vs. eklediğimizde ortaya devasa bir sorun çıkıyor. Eğer bunlar sorunsa, nasıl aşılacak? Daha doğrusu bu beklenti gerçekçi mi?
Avrupa’daki inanılmaz çeşitliliğin zaten var olduğunu ve bunun Avrupa’ya canlılık ve güç getirdiğini savunan göç taraftarları farklı düşünüyorlar. Göçmenlerin az sayıda Avrupalının itimat ettiği Avrupalı kimliğine bağlanmanın zorunlu olmasına anlam veremiyorlar. Avrupa’nın temel değerlerinin hoşgörü ve özgürlük olduğunu söyleyerek, bu değerlerin göçmenlere de sergilenmesini istiyorlar. Tek bir şatları var; göçmenler geleneklerini sürdürürken başkalarının özgürlüklerine ve haklarına zarar vermemeleri.
Göç meselesinde üçüncü koşul, göçmenlerin asimile olmayı kabul etmeleri halinde gösterdikleri çaba ve sergiledikleri hoşgörü çerçevesinde, ev sahibi ülkenin onları birinci sınıf vatandaş yapması. Bu aşamaya gelmek için ne kadar süre gerekli? Bu soruya cevap vermek zor. Örneğin, Fransa’da bırakın 20 yıl önce gelenleri, 50 yıl önce gelen ilk kuşak Cezayirli göçmenler bile hala Fransız olarak kabul edilmiyorlar. Almanya’daki Türkler için de benzer durumlar söz konusu. Göçmen yanlıları hızlı bir kabul sürecini savunurken, karşıtlar uzun bir geçiş süreci öngörüyorlar.
Yukarıda özetlediğim gibi, göç meselesi üzerinde tarafların uzlaşması kolay değil. Sormamız gereken, tarafların yükümlülüklerini ne denli yerine getirdikleri? Göçmen karşıtları ikinci koşulun yerine getirilmediğini, yani göçmenlerin asimile olmak için yeterince istekli olmadıklarını söylüyorlar. Dahası, göçmenler hoşgörüsüzler ve ayrımcı dünya görüşlerini sürdürüyorlar. Bu durumda üçüncü koşulun yerine gelmesi de mümkün değil. Yani birinci sınıf vatandaş muamelesi göremezler. Şu soruyu da ekliyorlar; “Belli bir kültürü temsil eden insanlar göç koşullarını yerine getirmek istemiyorlarsa, gönülsüz davranıyorlarsa ve bunu sürdürmeye devam ediyorlarsa, neden bu gruba dahil daha çok insan kabul edelim? Daha büyük sorunlar çıkması için mi? Göçmen taraftarları ise bu yaklaşıma karşı çıkıyorlar. Onlara göre, göçmenler istese bile asimile olamıyorlar. Bu süreci zorlaştıran ev sahibi topluluk, göçmenler değil. Daha da ileri giderek, asimile olan önceki kuşak göçmenlerin de hala ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüklerini dile getiriyorlar.
Göç meselesini üç koşulunu anlamadan ve üzerine uzlaşma sağlamadan bu tartışmalardan bir sonuç elde etmek mümkün değil. Ev sahibi ülkeler için göçmenleri kabul etmek bir görev mi? Ya da lütuf mu? Göçmenler ne kadar bir sürede ev sahibi ülke kültürü ile uyum sağlayabilirler? Ne zaman birinci sınıf vatandaş muamelesi görebilirler? Bu soruların cevapları yok. Her iki taraf da uyumluluktan çok, ihlaller üzerinde yoğunlaşıyor. Bakış açısına göre sorunun cevabı değişiyor. Ayrıca herkesin kültür kavramından anladığı farklı. Acaba göç meselesine yaklaşırken, bir kültürü diğerinden üstün olarak mı ele alıyoruz? Ya da tüm kültürlerin özünde eşit olduğu kabulüne mi yer veriyoruz?
Göç meselesi, önümüzdeki dönemde önemi daha da büyüyecek en temel mesele. Küresel Su Enstitüsü’nün tahminine göre 2030 yılına dek 700 milyon insan su kıtlığı nedeniyle göç edecek. Çünkü dünyayı kaplayan 1,4 milyar kilometreküp suyun yalnızca 200 bin kilometreküpü, yani 1/5’inden azı insanların kullanımına uygun. Bu miktarın sadece yüzde 0,014’ü temiz ve kolaylıkla ulaşılabilir durumda. Üretim, işletme, nakliye süreçleri dikkate alındığında, bir dilim ekmek için ortalama 40 litre, bir tavuk için 4 bin litre, bir biftek için 7 bin litre, bir tişört için 2 bin 700 litre, bir kot pantolon için 7 bin 600 litre su harcanıyor. Elektrik üretmek ve petrolü işlemek de suya bağlı. Dünyada yaşayan yaklaşık 8 milyar insanın, bulundukları coğrafyalarda barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçlarını karşılaması neredeyse imkânsız. Ancak, temel içgüdü olarak insan yaşamak istiyor, hayatta kalma çabasında.
İnsanlar “yeni gerçekleri” anlamak zorundalar, ancak bazı liderler sorumsuzca konuşuyorlar ve ciddi bir seçmen desteği de buluyorlar. Kazanma stratejilerini salt göç meselesi üzerine oturtan liderler var ve tutumları iç barışı tehdit ediyor. Siyaset bu hassas konuya büyük özen göstermek zorunda. Sorunu çözmek için yeni anlayışlara, yeni stratejilere ihtiyaç var. Liderler, seçmeni tahrik ederek belli bir oy oranı yakalayabilirler, ancak bunun asla sorunu çözmek anlamına gelmeyeceğini bilmek zorundalar.
Tuygan ÇALIKOĞLU