Başta gıda, enerji ve kira olmak üzere inanılmaz oranda artan geçim maliyeti, ücretlerin bunu karşılamakta yetersiz kalması, bilgi kirliliği ve gelecek kaygısı insanların psikolojisini bozdu. Bunun sonucu olarak zaten yüksek olan “antidepresan” kullanımı resmen patladı. Antidepresanlar, mutsuzluk, bitkinlik, tükenmişlik, huzursuzluk sorunlarını gidermek için kullanılan ilaçlar. Bu kimyasallar; kaygıları azaltıyor, isteksizliği ortadan kaldırıyor. Antidepresan ilaç kullanımı;2012 yılında 37,2 milyon kutudan 2022 yılında 61,9 milyon kutuya yükseldi. Yani 10 yılda tam yüzde 66 arttı. Sorunlarını çözemeyen insanlarımız bunalımda ve çareyi antidepresan kullanmakta arıyorlar. Reçete ile satılsa da peynir- ekmek gibi tüketiliyor. Aynı dönemde bu ilaçlara ödenen para ise; 1 milyar 43 milyon liradan,1 milyar 716 milyon liraya yükseldi. Vahim olan, bu yüksek tüketimin artarak devam ediyor olması.
İntihar girişimi, çocuk istismarı, madde bağımlılığı, suç ve şiddet küresel ölçekte yaşanıyor. Hayat geçmişe göre artık çok daha zor. Depresyon, anksiyete bozuklukları başta olmak üzere, ruhsal bozukluklarda yüksek miktarda kullanılan antidepresanların “bilinçli” tüketilmeleri şart. İnsanlar; ilacı neden kullandığını, ilaçtan ne beklediğini, gerekliliğinin nereden kaynaklandığını bilmek zorundalar. Tedavinin “etkili” olabilmesi buna bağlı. Ancak günümüzde yaşanan “kaygılar ve üzüntüler” çok fazla ve depresyonla özdeşleştiriliyor. İçinden geçtiğimiz dönemin getirdiği sonuçlar bunlar. Psikiyatri kliniğine başvuranlara; “depresyon” telhisi konulmadan, ellerine bir “ilaç” reçetesi verilmeden çıkma olasılığı neredeyse yok. Çünkü psikiyatri sektörü için bu kişiler “potansiyel” depresyon hastaları. Tedavi edici özelliği “tartışma” konusu olan bu ilaçlar, doğruluğu yine “tartışmalı” teşhislerle insanların hayatına girmiş durumda. Dünyada her dört insandan birine psikiyatrik ilaçlar uygulanıyor. Üstelik yeni nesil antidepresanların, “intihar” vakalarını azaltmadığı, tersine artırdığına dair açıklamalar var. Sonuç olarak, uzun vadede etkileri bilinmeyen bu ilaçları tüketme konusunda giderek aratan küresel ölçekte bir eğilim var. Türkiye de bundan fazlasıyla nasibini alıyor.
Tüketimi artıran bir faktör de antidepresan ilaçların” mutluluk hormonu” salgılayarak, mutluluğu “arttırdığına” dair yanlış algı. Uzmanlar; antidepresanların duyguları değiştirmekten çok, aksayan bazı zihinsel fonksiyonları düzenleme işlevi olduğunu söylüyorlar. İnsanların, depresyon ile mutsuzluk kavramlarını “karıştırdıkları” anlaşılıyor. Mutsuzluk bizi üzen bir durum karşısında yaşadığımız “sağlıklı” bir duygu. Depresyon ise, mutsuzluk duygusunun, olaylardan “bağımsız” olarak yaşanması hali. Bu nedenle antidepresanların mutsuzluğu gidermesini beklemek “gerçekçi” değil.
Uzmanlara göre; dünyada“doğal” yaşam ortamlarından kopartılarak, “edilgen” bir yaşam süren iki canlı türü var; “insanlar” ve “tavuklar”. Her iki türün de yaşama zorluklarını aşması için “antidepresan” ve “kafeine” ihtiyaçları var. Psikiyatri kliniğine başvuranlara, genellikle “kafein, antidepresan ve antihistaminik” kombinasyonu veriliyor. Hepimizi sarsacak olan bilgi, bu kombinasyonun tavuklara verilenlerle aynı olması. ABD’de bulunan John Hopkins Üniversitesi’nin yaptığı araştırmaya göre; “fabrika” tavukları, kafein, antibiyotik, antihistaminik, antidepresan ve hatta arsenikle besleniyor. Bu ilaçların yem’e eklenmesinin nedeni; stres altındaki tavukların “yavaş” büyümesini ve etlerinin “sert” olmasını engellemek. Ancak yemde bulunan her şey; hayvanın kanına, oradan da tüm vücuduna yayılıyor. Sonuç olarak kimyasallar, hayvanın etine de yumurtasına da geçmiş oluyor.
Antidepresan kullanımının temelinde yaşama zorluğu ve stres var. Hastalıklar konusunda farkındalığın ve ruh sağlığı konusunda hastanelere başvurma alışkanlığının artması, ilaç kullanımını teşvik ediyor. Stres; kişinin, tehdit ya da baskı altında olduğunu düşündüğünde, duygusal, düşünsel, zihinsel ve davranışsal “tepkiler” olarak tanımlanıyor. Olumsuz olaylar kadar, olumlu olaylar da stres yaratabiliyor. Uzmanlar stresi üç temel kategoride ele alıyorlar;
• ENEGELLEMELER: Ayrımcılık, boşanmalar, iş memnuniyetsizliği, ölüm, sakatlık, algılanan ya da gerçek yetersizlikler
• ÇELİŞKİLER: Amaçların çatışması, Çalışmak/ Dinlenmek, Ders çalışmak/ Eğlenmek
• BASKILAR: Kişinin kendisi ya da başkaları tarafından baskı altına alınması. En başarılı, en çalışkan, en popüler olmak. Kazanmak, birinci olmak gibi
•
Baş ağrısı, uyku bozuklukları, düzensiz kalp atışları, nefes darlığı gibi “fiziksel”; duyarlılık, endişe, karamsarlık, gerginlik, öfke patlamaları gibi “duygusal” konsantrasyon eksikliği, kararsızlık, dalgınlık, yaşama ilgisizlik gibi “zihinsel”; az ya da çok yeme, insanlardan uzaklaşma, sorumluluklarını ihmal etme, alkol, sigara, şeker tüketimi, diş gıcırdatma, tikler dibi “davranışsal” belirtiler bu süreçlerde ortaya çıkıyor. Bu belirtilerin bazılarını hepimiz, belirli olaylar karşısında zaman zaman yaşıyoruz.
İnsanlar mutu bir yaşam sürmek istiyor, ancak çoğunluk kendini mutsuz hissediyor. Çünkü her gün yaptığımız, ancak farkında olmadığımız olumsuzluklar var. Sosyal medyaya bağımlılık artık patolojik boyutta. Akıllı telefonlar adeta vücudumuzun parçası. Bir süreliğine bile hayatımızdan çıkaramıyoruz. Yüz yüze ilişkiler yerini “sanal” arkadaşlıklara bırakmış durumda. Kent yaşamında zaman “çok hızlı” akıyor ve insanlar çaresizlik içinde. Bu “öğrenilmiş çaresizlik”. Aynı yaşamı sürdürüyorlar. Yalnızlar, hem de kalabalık içinde yalnızlar. Evde, işte, kafe ve restoranlarda, tatil yörelerinde, kısaca yaşamın her alanında, kişiler arası “ilişki kalitesi” çok düşük. Çiftler bile birbirleriyle değil, cep telefonlarıyla meşguller. Gerçek anlamda bir iletişim neredeyse yok. Tüm insani ilişkiler; aşk, sevgi ve dostluk maddeleşmiş durumda. Günümüzde bireyin toplum içindeki yeri, tükettiği nesnelerle ölçülüyor. Yeme- içme, müzik ve moda alışverişleri ile bireyler “kişiliklerini” ve “kimliklerini” ortaya koyuyorlar. Haliyle toplumsal yaşam kalitesi, bireylerin yaşam kalitesini belirliyor.
Var olma sorunu insanın en ciddi sorunu. Çünkü öleceğini bilerek yaşayan tek canlı “insan”. Varoluşu anlamlandırmak, bu sorunla başa çıkabilmek hiç kolay değil. Hepimiz hakkında “çok az” şey bildiğimiz ve kendi seçimimiz “olmayan” bir yaşamı sürdürüyoruz. Belirsizliklerin, bilinmeyenlerin olduğu bir yaşam bu. Sürekli olarak “karar vermek” zorundayız; bir şeyi yapmak ya da yapmamak. Tercihlerimizi, sahip olduğumuz bilgiler belirliyor. Bu nedenle “nesnel” bilgiye çok ihtiyacımız var. Felsefe de bunun için gerekli. Felsefe disiplini “düşünmeyi” ve“sorgulamayı” öğrenmemizi sağlar. Olayları “analitik” bir bakışla ele almamıza yardımcı olur. Neyi, neden ve nasıl değerlendireceğimizin yollarını gösterir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran temel özellik “düşünebilmesi” ve bunu diğer insanlarla “paylaşabilmesi”. İnsanı, diğer canlılardan ayıran öğrenme “potansiyeli” var. Bilgiye ulaşabilir, böylelikle kendini yenileyebilir ve geliştirebilir. Felsefe, insana aklını kullanmasını öğretir. İnsan bu süreçte var olanı kavrayabilir, ona anlam kazandırabilir.
Gerçek mutluluk ve başarının temelinde sağlam karakter özellikleri yatıyor. Bunlar; dürüstlük, alçakgönüllülük, bağlılık, ölçülülük, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık, yalınlık ve herkese iyilik yapmak. Ancak bu değerler günümüzde büyük ölçüde yok oldu. Bu değerleri sergileyenler ne yazık ki toplumdan destek görmüyorlar. Bu karakter özellikleri artık yeni kuşaklar için “rol model” niteliğinde değil. Mesele de burada zaten. İnsanlar çoğunlukla bu değerlere ilgi göstermiyorlar.Hedonist bir yaşam var yükselen. Yani her şeyin “hazza” endekslendiği bir yaşam. Ancak, günümüzde terk edilen karakter özellikleri evrenseldir. Bütün semavi dinlerin insanlığa verdiği “ortak” mesajlardır. İnsanın salt “kendisi” için çalışarak, para kazanarak, ancak “insanlık” adına bir şey yapmadan, insana yardımcı olmadan “mutlu” olabilmesi mümkün değildir.
Yaşama zorluğu ve onun yarattığı stres, zengini ile yoksulu ile “herkesin” sorunu. Ancak en zor durumda olanlar, derin bir yoksulluk yaşayanlar. En temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayan insanların sayısı “kabul edilebilir” olmaktan çıktı. Nüfusun büyük bölümü için “barınmak” sağlıksız evlerde yaşamak, “beslenmek” ise açlığını bastırmak demek. Sağlıklı bir cinsel yaşama bile sahip olamayan, engellemeler, baskılar ve çelişkilerle mücadele eden “çaresiz” insanlar ne yapsınlar? Çıkmazdalar ve umutları yok olma noktasında. Bu insanlarımızın antidepresanlara, uyuşturuculara, alkole gösterdikleri yoğun ilgi bizi şaşırtmamalı, ancak hepimizi çok ciddi düşünmeye sevk etmeli.
Tuygan ÇALIKOĞLU