Ünlü iktisat profesörü Joseph Schumpeter ile bütünleşen “Yaratıcı Yıkım” kavramı, aslında ekonomik yapı için kullanılan bir inovasyon ve iş döngüsü teorisidir. Ekonomik yapıda var olan mutasyon süreci, sürekli olarak eskiyi imha eder ve yeniyi yaratır. Kavramda yer alan “yaratıcı” ve “yıkım” sözcükleri birbiriyle ilgisiz, uyumsuz gibi görünse de, aslında çok anlamlı bir mesaj taşımaktadır. Çünkü ekonomik olduğu kadar; sosyal, siyasal ve hukuksal bir kavram olarak; yaşamın her alanında, hayatın temel gerçeğini ifade eder. Yıkım aslında bir paradigma dönüşümünün işaretidir. Frederich Nietsche de, yaratıcı yıkımı yaşam gücünün ortaya çıkması olarak tanımlar. Bir kaos hali olan yaşamda insan, sürekli olarak “yıkar ve yeniden yapar”. Bu insanın doğasından kaynaklanan bir özelliktir. Yaratıcı yıkım; eski yıkılırken, yerine daha iyisinin gelmesini ifade eder. Daha güçlüsünün, daha verimlisinin eskinin yerine geçmesi anlamına gelir. Her yanlışın içinde bir doğru olduğu mesajını verir. Ortaya çıkan her doğru, kendinden öncekinin yanlışlığıdır aslında. Yaratıcı yıkım kavramın temelinde; ilerlemek için, yıkımın ne denli gerekli olduğu düşüncesi vardır.
Bu kavramın daha iyi anlaşılması için, geçmişte yaşadığımız çok önemli süreçleri ele almak istiyorum. İlk örnek Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra; her şeyini kaybetmiş, emperyalist ülkelerin işgaline uğramış bir ülkeden Türkiye Cumhuriyetinin doğması, yaratıcı yıkım kavramını anlamak için çok somut bir örnek. Osmanlı yönetiminin ‘Gerileme Dönemi’nden itibaren her alanda yaptığı dramatik yanlışlar sonucunda yabancılara boyun eğmesi, onların lehine ayrıcalıklar vermesi, devleti borçlandırması, borçlarını ödeyemez hale gelmesi, kapitülasyonlar ve halkına yaşattığı büyük yolsuzluklar, yoksulluklar, yoksunluklar yaratıcı yıkıma yol açan temel faktörler. Cumhuriyetin kurulmasıyla yeni bir dönem başlarken, Osmanlının yönetim paradigması terk edilmeye, yeni bir devlet anlayışı ile birlikte yeni kadrolar ortaya çıkmaya başlıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarına bakarsak; Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları değişimden, Batılılaşmadan yana, eşitlik, halkçılık ve adaleti savunuyorlar. Ancak 1920’lerde dünyada totaliter, otoriter ideolojiler hâkim. Avrupa kıtası yaklaşık yirmi yıl süren bu karanlık dönemi yaşıyor. Bir tarafta Stalin, diğer tarafta Hitler ve Mussolini var. Bu yıllar demokratik yönetimlerin olmadığı, demokrasinin en zayıf, en ezildiği yıllar. Bu arada Sovyet Rusya ile toprak talebi yüzünden sorunlarımız var ve Türkiye’de “milliyetçi refleks” tavan yapmış durumda. İşte böyle bir siyasi iklimde, Cumhuriyet devlet eliyle yukarıdan aşağıya doğru tüketim üzerinden bir modernleşme ve batılılaşma projesini hayata geçirmeye başlıyor. Askeri ve sivil elitlerin hayalinde, toplumda karşılığı olmayan bir “Batıcı Kimlik” arayışı var.Halka rağmen, halk adınayapılan bir hareket. Tepeden inme, dayatma, zorlama. Siyasal terminolojide “Toplum Mühendisliği” adı verilen bir proje. İçinde halk yok, onun iradi kararı yok. Bu süreçte özellikle kendini İslami ve Kürt kimlikleriyle ifade eden vatandaşlarımızın rahatsız olduklarını görüyoruz. Dahası, bu insanlarımız devletin yaptığı müdahalelerden dolayı kendilerini mağdur hissediyorlar. Uzun bir zaman geçtikten sonra bu vatandaşlarımız, küreselleşmenin yarattığı yeni iklimde seslerini duyurmaya başlıyorlar. Çünkü küreselleşme, ulus- devletlere, bireysel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi için baskı uyguluyor. Farklılıkları destekliyor, farklılıklarla bir arada yaşama kültürünü geliştirmeyi öngörüyor. Devleti kuran ve yöneten CHP, dünyadaki dönüşüme paralel olarak bir “yeniden düşünme”, “yeniden yapılanma” sürecine, ne yazık ki girmiyor, giremiyor. CHP kendisini bir “sosyal demokrat” parti olarak tanımlasa da, Cumhuriyeti “demokratikleştirmekte” öncül olamıyor. Türkiye’nin tüm coğrafyasıyla, toplumun her kesimiyle organik bağ kuramıyor. Bu süreçte, mevcut merkez ve merkez sağ partiler de, kendilerini mağdur hisseden İslami ve Kürt kimliğine sahip vatandaşlarımızın beklentilerine karşılık veremiyorlar. Ancak, Refah Partisi’nden ayrılan bir grup, kendisini mağdur hisseden bu büyük kitlenin potansiyel gücünü görüyor ve Ak Parti’yi kuruyor. Merkezi yeniden “inşa etme” iddiası itici güçlerini oluşturuyor. Yaşanan büyük ekonomik kriz, çökmüş bir ekonomi, Türk lirasındaki çok büyük kayıplar, yolsuzluk, yoksulluk ve yoksunluklar sonrasında yapılan 2002 erken seçimini kazanıyorlar. Yeni bir dönem yaratmak isteyen seçmenin iradesi, parlamentodaki bütün partileri tasfiye ederek Ak Parti’yi tek başına iktidara getiriyor. Yaratıcı yıkım kavramı için yine çok somut bir örnek.
Adaletsiz bir seçim sisteminin sonucu olarak tek başına iktidar oluyor Ak Parti. Çünkü yüzde 34 gibi düşük bir oy oranına rağmen, TBMM’de yüzde 66’lık bir temsil hakkı kazanıyor. Yaklaşık her üç seçmenden birinin oyu ile Türkiye’yi tek başına yönetmeye başlıyor. Ak Parti, o tarihten bu güne dek girdiği her seçimi bir şekilde kazanıyor ve Türkiye’yi tam 20 yıldır tek başına yönetiyor. 2005 yılında AB ile tam üyelik müzakere sürecinde, siyasal ve ekonomik kriterleri yerine getirmek için sergilediği önemli bir performansı var Ak Parti’nin. Bu arada dünyada “gidecek yer arayan” bol para var ve Ak Parti’nin 2009’a dek başarılı ekonomik performansını dile getirirken bu gerçeği göz önüne almamız gerek. Ancak kabaca 2013’den itibaren işler değişiyor; başta yanlış ekonomik politikalarının ve Batıya sırtını çeviren siyaset anlayışının bir sonucu olarak, her alanda düşüş kaçınılmaz hale geliyor. Tüketim üzerinden büyümeye çalışan, 60 milyar doların üzerindeki özelleştirme gelirini, yapısal reformları gerçekleştirmek için harcamak yerine, betona gömen bir Ak Parti bu düşüşün tek sorumlusu. Uygulanan ekonomik modeli üretime değil, tüketime dayanıyor. Bu hedef doğrultusunda iç talebi artırmak için, hane halkı sürekli olarak borçlandırılıyor. Herkese, ödeme kapasitesine bakılmaksızın herkese, kredi ve kredi kartları veriliyor. Devasa bir borçluluk yaratıyor bu süreç. İstisnası yok bunun; devlet, kamu ve özel sektör, işletmeler, Kobiler, esnaf, hane halkı, öğrenciler istisnasız herkes borçlanıyor. Ak Parti, kamu bankaları üzerinden verdiği bu ucuz kredilerle ekonomiyi döndürmeye çalışıyor, kamu bankalarının oluşan devasa kayıplar görev zararları olarak yazılıyor ve faturayı halk yoksullaşarak ödüyor. Üretime büyük darbe vuruyor bu ekonomik model; başta tarım ve hayvancılık olmak üzere, ne kadar ekonomik faaliyet varsa ya bitiriyor ya da bitme sürecine giriyor. Köyler boşalıyor ve insanlar çaresizlik içinde kırsaldan kentlere akın ediyorlar. Gelmesine geliyorlar da, kentte, “kentli” olamadan yaşıyorlar.“Kentlileşememe” tartışılması gereken bir başka sorun. Bu durum metropollerde yeni bir sosyoloji yaratıyor ve Ak Parti bir süre de buradan besleniyor. Bu dönem liyakatin göz ardı edildiği, siyasette ve kamuda bir yerlere gelmenizi için mensubiyet bağlarınızın güçlü olmasının yeterli olduğu bir dönem. Siyasette çok ciddi bir kalite eksikliği var ve siyaset ne yazık ki bir zenginleşme aracı olarak görülüyor. Çünkü zenginleşmenin en kolay yolunun, devletten ihale almak olduğunu artık herkes biliyor.
2017’de yapılan referandum sonrası, 2018’de‘Parlamenter Sistem’ terk ediliyor ve‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçiliyor. Erdoğan “Verin yetkiyi bu kardeşinize, faizle, şunla, bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz” diyerek seçmenden oy istiyor, ancak dünyada eşi, benzeri yok bu sistemin. Çünkü bünyesinde demokrasinin olmazsa olmazı,“Denge ve Denetleme” yok. Yani bağımsız yargı ve yasama yok. Her şey, herkes Cumhurbaşkanına bağlı, üstelik partili bir Cumhurbaşkanına. Yasalara da gerek yok, kanun hükmünde kararnamelerle Türkiye’yi yönetmek mümkün bu sistemde. Çünkü yasa bu yetkileri veriyor Cumhurbaşkanına. İşte bu nedenlerle sistem çöküş sürecine giriyor ve bugün özerkliğini yitirmiş Merkez Bankası’nın kasasında kendine ait tek bir doları bile yok. Swapları ve bankaların zorunlu karşılıkları olan emanet paraları ayırın, ortaya “eksi 50 milyar dolar” bir rezerv çıkıyor. Bu arada kayıp en az 128 milyar doların ne olduğu da hala açıklanmış değil. Bu devasa dolar stoku nerede? Kime hangi düşük kurlardan satıldı? Vatandaşın parası ne oldu? Meçhul. Türk Lirası resmen “serbest düşüşe” geçmiş durumda, şimdiden kayıp yüzde 40’larda ve ne yazık ki MB’nin kasasında müdahale edecek kendi dövizi yok. Yine kamu bankaları üzerinden piyasaya satışlar yapılıyor. Ekonomi durma nokrasında ve kimse vadeli işlem yapmak istemiyor. Çünkü üretici malını satsa, alacağı para ile yerine koyma şansı yok. Bu belirsizlik ve güvensizlik ortamında ekonomiyi yönetemezsiniz. Çünkü “davranışsal iktisat”, karar alma süreçlerinde etkili olan psikolojik ve sosyolojik unsurları göz önünde bulundurmanın önemine vurgu yapar. Havada umutsuzluk var; umutsuzluk hızla kaygıya, kaygıda gelecek korkusuna dönüşüyor. Ve Erdoğan hala iktisat bilimine aykırı faiz politikasını sürdürme kararlılığında. Kuşkusuz dönecek bu yanlış yoldan, çünkü sürdürülebilir değil bu kaos ve zaten böyle bir model yok dünyada.
Bugün Ak Parti’nin 20 yıllık iktidarın sonuna geldiğimizi; başta ekonomi olmak üzere, siyasal, sosyal, hukuksal ve kültürel olmak üzere yaşamın her alanında görüyoruz. Tam olarak “yaratıcı yıkım” başladı. Politika ve kadrolarda dönüşüm şart. Bütün kamuoyu araştırmalarında MHP destekli Ak Parti iktidarının, gerekli yüzde 50+1 alması mümkün gözükmüyor. Kuruluşunda dile getirdiği hedeflerden sapması, verdiği sözlerden uzaklaşması, büyük düş kırıklıklarına yol açmış görünüyor. Ekonomi yönetimindeki beceriksizliğini ise, hiçbir şekilde açıklayabilme şansı yok. Bunların sonucu olarak, başlangıçta dayandığı siyasi tabanı olan, İslami ve Kürt kimliğine sahip vatandaşlarımız arasında da büyük kırılmalar, kopmalar yaşanıyor. Tek cümle ile “Yolun Sonu Göründü” Bu nedenle, yapılacak ilk seçimde iktidarın değişmesi büyük bir olasılık. Sonrasında, yürümeyen ve sorunların özünü oluşturan ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin de değiştirilmesi gerekiyor.
Peki, mesele Erdoğan’ın kaybetmesi mi? Kesinlikle hayır. Bugün muhalefet partileri ne yapıyorlar? Parlamenter Sistem” için komisyonlar kurarak yeni sisteme geçişi tartışıyorlar, ilkeleri belirlemeye çalışıyorlar. Ancak mesele bu değil. Mesele Erdoğan sonrası uygulanacak politikaları, yürürlüğe girecek projeleri hazırlama meselesi. Partilerin web sitelerinden resmi söylemlerine baktığımda; CHP’nin hala Eylül 2018 yılında dile getirdiği ‘Hayata Geçirilmesi Gereken 13 Madde’yi yayımladığını görüyorum. Seçim sonrası projelerini içeren, yayımlanmış bir takvimi yok. Nelerin, nasıl yapılacağına dair hiç bir çalışmasını göremedim. İYİ Parti, Gelecek Partisi web sitelerinde de böyle bir çalışmaya rastlamadım. Memleket Partisi’nin web sitesi zaten yok. Muhalefet partileri ağırlıklı olarak Erdoğan eleştirisi ve “hasar tespiti” yapıyor, iktidara geldiklerinde bürokratlar dâhil sorumlulara hesap soracaklarını dile getiriyor. Herhangi bir eylem planı yok, “stratejik plan” ise hiç yok. Yürüttükleri bu sürece siyaset diyorlarsa, seçmenin bu partileri iktidara getirmesini beklemek rasyonel değil. Eğer tepkisel olarak getirirse, kısa sürede düş kırıklıkları kaçınılmaz olur. İncelememde; muhalefet partilerinin tümü seçim sonrasına ait, takvime dayalı bir stratejik planı sunmazken, Ali Babacan’ın DEVA Partisi tek istisna olarak karşıma çıktı. Web sitelerinde; hepimizin günlük yaşamını yakından ilgilendiren önemli konularda, ilk 90 ve 360 günde hangi adımların atılacağını açıklayan eylem planlarını sergiliyor ve vatandaşları incelemeye davet ediyor. Bunu çok değerli buluyorum. Çünkü çok önemli bir ihtiyaca cevap veriyor, beğenirsiniz yada beğenmezsiniz bu ayrı bir konu. Bunu hangi parti yapıyorsa, diğer partilerden ayrışacak, ona stratejik avantaj getirecek. ‘Siyasal Pazarlama’ disiplini, kazanmak için, bir “stratejik avantaj” yaratılmasını şart koşar. Çünkü kamuoyu bu yolla şekillenir. Günümüzde salt iktidarı eleştirerek, ona yönelik “hasar tespitleri” yaparak, seçmenin oyunu almak mümkün değil. İdeolojik partilerden proje beklemiyorum, ancak iktidarı hedefleyen partiler proje üretmek ve kamuoyu ile paylaşmak zorundalar. Bu gerçeği gören ve bunun gereğini yerine getiren parti (ya da partiler) fark yaratarak seçimin kazananı olacak.
Tuygan ÇALIKOĞLU
Not: Gerek CHP’nin “Tek Parti” iktidarı, gerekse Ak Parti’nin, özellikle 2017 sonrası “Tek Adam” iktidarı ile ilgili ayrıntılı analizlerime aşağıdaki kitaplarımdan ulaşabilirsiniz. www.kitapyurdu.com.tr
• Dünya Dönüşürken CHP Ne Yapıyor? , Tuygan ÇALIKOĞLU, Mart 2021
• Recep Tayyip Erdoğan “USTALIK DÖNEMİ”, Tuygan ÇALIKOĞLU, Ağustos 2021
• Ruhsuzluk, Tuygan ÇALIKOĞLU, Kasım 2021