Hayat pahalılığı ile enflasyon farklı kavramlar. Enflasyon, fiyatların genel düzeyinin “sürekli” artması anlamına geliyor. Hayat pahalılığı ise, işin içine çalışanların gelirlerini katmak demek. Yani geçim zorluğunu, sürekli artan fiyatları hep birlikte dikkate almak gerek. Enflasyondaki artış, gelir artışının üzerindeyse “hayat pahalılığı” meydana geliyor. Çalışanların ücretleri, enflasyon oranı kadar artırılmazsa “satın alma gücü” o oranda düşüyor. Bu hayat pahalılığı demek. Ölçümü çok basit; ekonomide yıllık kişi başına gelir artışını, yıllık enflasyonla karşılaştırmakla mümkün. Türkiye’de gelirler; enflasyon kadar artırılmadığı için, “hayat pahalılığı” sürekli artıyor. Yoksullaşan geniş halk yığınları, kaybolan orta sınıf, bu durumun en somut göstergeleri.
Hayat pahalı olunca insanlar geçinemiyorlar, ay sonunu getiremiyorlar. Fiyatlar aşırı yüksek geliyor, geçim giderek zorlaşıyor. Maaş ya da ücretler yetmiyor, paranın değeri kalmıyor. İnsanları bunaltan, çok ciddi bir sorun bu. Günümüzde hayat pahalılığı sıradan bir sorun olmaktan çıktı ve resmen bir krize dönüştü. Dünyada da benzer durumlar yaşanıyor. Herkesin gündeminde, “hayat pahalılığı” (Cost of living) diye bir kavram var artık. Bu yıl yapılan Davos Toplantısı’nda, bu kavram ilk kez dile getirildi. Günümüzün en temel risklerinden biri. IMF bu yıl yayınladığı 2023 Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’nda, bu krizi yakın dönemin temel riski olarak kabul ettiğini açıkladı. Yarattığı fakirleşme ile, orta sınıfı yok ediyor. Bu süreçte; dengeler bozuluyor, sosyal barış kayboluyor. Artık “hayat pahalılığı” diye bir kriz var. Üstelik bu sorunun sadece ekonomik değil; toplumsal, siyasal boyutları da var. Herkesin yaşamını olumsuz etkiliyor. Uluslar yoksullaşıyor, ancak iktidarlar çaresiz. Enflasyonla mücadele edemiyorlar, fiyatların sürekli yükselmesine engel olamıyorlar. Dahası, enflasyon verileri gerçeği yansıtmıyor, ortada tam bir aldatmaca var.Çalışan kesimler için, enflasyon bağlantılı maaş düzenlemelerinin de hiçbir anlamı yok artık. Maaşlar ve ücretler dramatik biçimde eriyor.
Enflasyon ahlaki çöküş yaratıyor ve tüm toplumsal ilişkileri olumsuz etkiliyor. Hayat pahalılığı ise, toplumsal psikolojiyi bozuyor. Dolayısıyla hem bireysel hem de toplumsal yaşam yozlaşıyor. Son dönmede yaşanan kira ve gıda krizlerinin temelinde de bu gerçek var. Hayat, yüksek enflasyonun da üzerinde artıyor. Halkımız son dönemde çok fakirleşti, orta sınıf resmen yok oldu. Artık “çok zenginler” ve “ayakta kalmaya çalışanlar” diye iki kategori var.
Hayat pahalılığı her ülkede var, ancak Türkiye’de çok daha yıkıcı boyutlarda. Gıdada da böyle, kiralarda da böyle. Her şey kontrolden çıkmış vaziyette. Tam bir kaos ortamı. Hayat pahalılığı krizinin ne denli ahlaki çöküşe yol açtığını, insanların “cinnet” halinden anlıyoruz. Yani; sonuçlarını hesap etmeden şiddet kullanma eğilimi çok artmış durumda. Derin bir depresyon dönemine girdik; insanlarda, “şiddet” ile sonuçlanan atakların sıradanlaştığı bir ruh hali var.
Neden Türkiye’de hayat pahalılığı, dünya ile karşılaştırılmayacak kadar yüksek? Tabi bu soruyu, satın alma paritesini dikkate alarak soruyorum? 2018 yılından bu yana yürürlükte olan, ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ bu sorunu yaratıyor. Bu kesin. Erdoğan’ın ekonomi yönetimi bunun tek sorumlusu. Öncelikle ‘faiz sebep, enflasyon netice’ diye, dünyada hiçbir karşılığı olmayan bir yaklaşımda ısrar ettiler. Alınan karar yanlışsa, gelişmelere, verilere göre kararlar gözden geçirilir ve gerekirse vazgeçilir. Ancak bu yapılmadı ve tüm ekonomik göstergeler alt üst oldu. Bugüne dek yüz milyarlarca dolar, dolar kurunu tutmak için boşuna harcandı. Döviz rezervleri kalmayınca, bu kez altın rezervlerine yöneldiler. Mart ayından bu yana tam 70 tonun üzerinde altın satıldı. Halkın varlıkları, hiçbir karşılığı olmadan bir inat uğruna yok ediliyor. Olacak iş değil. İktidar yurt dışına dalar çıkışını engellemek için her türlü baskı uyguluyor, diğer taraftan altın ithal etmek için milyarlarca dolar harcıyor. Sonra da bu altınları satarak dövizi baskılamaya çalışıyorlar. Peki, dolar kuru yerinde duruyor mu? Hayır. Çünkü dolar “adil” değerinin çok altında ve yükselecek. Bu arada Merkez Bankası bağımsız değil, kendi kararlarını kendisi alamıyor. Alırsa başkanın görevden alınması an meselesi. Türkiye’de kurumlara güven diye bir şey kalmadı. Bürokrasi, lidere “mutlak sadakat” temelinde hareket ediyor. “Liyakat” hak getire. Ne enflasyon ne de hayat pahalılığı ekonomi yönetiminin umurunda. Dahası, ekonomi yönetiminin çok ciddi bir “itibar” sorunu var. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında kendilerine “güven” duyulmuyor.
Bütün bu nedenlerle; “hayat pahalılığı krizi”, Erdoğan iktidarının en zayıf noktası. Bu saatten sonra da bu sorunu giderme şansı yok. Her geçen gün krizin daha da derinleşmeye yol açması kesin.
Peki; Erdoğan karşısında seçenek olan Kılıçdaroğlu’nun ekonomi yönetimi, yüksek enflasyonu ve hayat pahalılığı krizini çözebilir mi? Millet İttifakı’nın ekonomi yönetimine bakarsak, Cumhur İttifakı ile karşılaştırılmayacak kadar güçlü. Hem yurt içinde hem de yurt dışında saygınlığı olan, kabul gören kişilerden oluşuyor. Öncelikle “güven” veriyorlar. “Liyakatin” önemini ve“kurumlaşmanın” şart olduğunu dile getiriyorlar. Çözüm önerilerinde “dar gelirliler” öncelikli kesim. Krizleri “ciddiyetle” ve “derinliğine” ele alacakları anlaşılıyor.
Bu yaklaşımı sergileyenlerin, karar alma süreçlerinde “istişare” ve “ortak akıl” ile hareket edeceklerini söylemek mümkün. Çünkü bu bir kültür. İş yapma kültürü. Bu nedenle; Cumhur İttifakı gibi karar almaları ve yanlış kararlarda ısrar etmeleri beklenemez. Dahası, görev alacaklar farklı partilerden geliyorlar ve varlıkları “lidere sadakatten” kaynaklanmıyor. Kılıçdaroğlu süreci iyi yönetebilirse ve TBMM’deki sandalye sayısı da hükümetin çalışmalarına engel çıkartacak boyutlarda olmazsa, Millet İttifakı başarılı olabilir. Ekonomi kadrosu ve vizyonuyla ekonomiyi toparlayabilir, güçlendirebilir, refahı artırabilir. Bu durumda, enflasyon ve hayat pahalılığı kontrol altına alınma sürecine girer. Tabi ki enflasyonun tek haneye inmesini “iki yıldan” önce beklememek gerek.
Özetle; Türkiye’de 2003 yılında hızla düşen enflasyon, bugün aynı hızla yükseliyor. 2003 yılında Türkiye’de yoksulluk sınırının altında olanların oranı yüzde 37 idi. Ekonomik büyüme ile bu oran, 2018’de yüzde 8’e geriledi. TÜİK;2020 yılından itibaren, hane halkı anketleri yapmıyor. Ancak uzmanlar; bu oranın 2020’de yüzde 50 artarak yüzde 12’ye çıktığını hesaplıyorlar. Şimdi ise yüzde 25’leri aşmış durumda. Bu gelişmelere bakarsak, Türkiye’nin 2003’e geri döndüğünü söylemek mümkün. Ekonomist Güven Sak 14 Mayıs seçimlerini bir “test” olarak görüyor. Bu seçimde, hayat pahalılığının bir değişime yol açıp açmadığını göreceğimizi söylüyor. Anketlere bakarsak, 2018’den “farklı” bir değişim talebi var. “Değişim” talebi, “İstikrar” talebinin önüne geçmiş durumda. Değim talebinin temelinde de ekonomik sıkıntılar yatıyor. Güven Sak önemli bir noktaya dikkat çekiyor.Değişim talebinin zaten yoksul olanların geçinme şartlarının daha da zorlaşmasından kaynaklanmadığının altını çiziyor. Bu talebi yaratan; 2002-2018 döneminde ekonomik durumu düzelenlerin, 2018’den itibaren yoksullaşmaya başlamaları. Yakınmaları yaratan, bu süreçteki“derin yoksullaşma”. Yani ekonomik durumu yeni bozulanların çektikleri “geçim sıkıntısı”.
Güven Sak son olarak; “Hayat işte böyle göreli. Her toplumsal kesimin derdi farklı. İyiye çabuk alışıyor insan. Kötüyü çabuk unutuyor” diyor ve ironik bir yorum yapıyor; “Demek ki neymiş? Hayat öyle ‘Faiz sebep, enflasyon netice’ basitliğinde değilmiş. Hayat daha karmaşıkmış. Bunu artık bütün “ekonomistler” biliyordur. Değil mi kanka?”
Çok az kaldı. 14 Mayıs akşamı, “hayat pahalılığının” bir değişime yol açıp yol açmayacağını hep birlikte göreceğiz.
Tuygan ÇALIKOĞLU