thejrc.org
Bugun...
Bizi izleyin:


Tuygan Çalıkoğlu


Facebookta Paylaş









Bireysiz Demokrasi Olmaz
Tarih: 12-06-2022 10:10:00 Güncelleme: 12-06-2022 10:10:00


Türkiye’de en çok tartışılan konuların başında demokrasi geliyor. Siyasal partilere bakarsanız hepsi demokrasiyi savunuyorlar. Ancak demokrasiyi bir türlü içselleştiremedikleri ve parti içinde hayata geçiremedikleri bir gerçek. Çünkü liderler gücü ellerinde tutmayı seviyorlar, en büyük korkuları inisiyatifi kaybetmek. Sandığa indirgenmiş, oy kullanmayla sınırlandırılmış bir demokrasi anlayışı var ülkemizde. Toplumun büyük bir bölümü de siyaseti, uzak durulması gereken bir faaliyet olarak görüyor. Bu nedenle çok ciddi bir insan kaynakları sorunu var siyasetin.

 

Yürürlükteki demokraside seçmen, milletvekilini, yani temsilcisini kendisi seçmiyor. Oy vererek sadece partisinin listesini onaylıyor, sıralamayı değiştirme şansı yok. Peki, bu aday listelerini kim yapıyor? Görevlendirilen kişiler de olsa, son söz genel başkanın. Daha doğru bir ifade ile, liderin ve yakınlarının istemediği bir kimsenin aday olabilmesi, hele hele kazanacak sıralarda yer bulabilmesi mümkün değil. Sosyal demokrat bir parti olduğunu söyleyen CHP, zaman zaman aday listelerini delegelerle ya da üyelerle belirlese de bunun pek bir anlamı yok. Bırakın delegelerle yapılan seçimleri, tüm üyelerle yapılan listelerin bile seçmende bir karşılığı olduğunu söylemek zor. CHP’nin 2018 yılında üye sayısı 1 milyon 219 bin iken, aldığı oy 11 milyon 349 bindi. Kabaca CHP’ye oy veren 10 seçmenin sadece 1’i parti üyesi. Siyasal partilere üye olmanın parti kütüğüne kaydolma meselesine indirgendiğini, delegelerin belirlenmesinde aidiyet ve mensubiyetin belirleyici kriter olduğunu, ortak akıl ve istişareye ihtiyaç duyulmadığını da unutmayalım. Özetle aday belirleme yöntemi ne olursa olsun; bu süreçte seçmenin hiçbir iradi kararı olmadığı gibi, verdiği oy ile listedeki sırayı değiştirme şansı da yok.

 

Oy verme sürecinde, “bireysel aklın” henüz gelişmediği geleneksel toplumlarla büyük benzerlikler içindeyiz. Kolektif akıl, kime oy vereceğini seçmene bir şekilde dayatıyor. İnsanlar da bu doğrultuda oylarını kullanıyorlar. Çünkü farklı düşünmek, düşündüğünü söylemek kişinin sosyal çevresinde dışlanması için yeterli. Bu nedenle seçmenin önemli bir çoğunluğu, rakip partilerin temsilcilerine önyargılı bakıyor. Önyargılar bizi yanlışa düşüren, sorgulamadan kabul ettiğimiz en büyük düşmanlarımız. Bu nedenle çoğunluk söyleneni dinlemiyor, aklını kullanmıyor, yani sorgulamıyor. Güvensizlik yüksek, zihinler geçmişle çok yüklü. Bunlar özgürce düşünmeye ve iş birliği yapmaya engel. Bu süreçte herkes kendi taraftarına hitap ediyor. Yaşananların akıl ile hiçbir alakası yok, verimlilik çok düşük. Bu nedenle propaganda çalışmaları sadece zaman ve para kaybı. Bütün bunlar iktidarı ile, muhalefeti ile tüm siyasal partilerin gerçekleri. Dolayısıyla demokrasi hala çözülemeyen bir sorun olarak gündemimizden düşmüyor, düşeceğe de benzemiyor.

 

Demokrasi insanların karar alma süreçlerinde yer alması demek. Tek kelime ile “katılım” anlamına geliyor. En gelişmiş tanımıyla, ekonomik ve sosyal farklılıkları asgariye indiren, kaynakların ve servetin adil dağılımını sağlamaya çalışan bir sistem demek. Bizim demokrasimiz ise, siyasetçilerin kendi amaçlarını gerçekleştirmek üzere kullandıkları bir araç durumunda. Bu nedenle siyaset genel olarak bir ikbal aracı olarak görülüyor. Demokrasi aslında bir yaşam biçimi. Kişi kendisiyle ilgili karar süreçlerinde yer alabilmeli, düşüncesini özgürce ifade edebilmeli. Türkiye’de insanlar vekilleriyle iletişime, etkileşime girebiliyorlar mı? Yani düşüncelerini, sorunlarını aktarabiliyorlar mı? Vekili, seçmeni dinleme ihtiyacı duyuyor mu? Liderlerin belirlediği milletvekillerinin böyle ihtiyaçları yok. Olması da bu sistemde beklenemez. Yürürlükteki rejime demokrasi demek bu nedenle zor.

 

Demokrasinin öznesi bireydir. “Birey”, insan olmanın yanında, farklı tercihler yapabilen insandır. Demokrasiye inanıyorsanız, insanları “kul” olarak görmekten vazgeçip, onların tercihlerine saygılı olacaksınız. Onlar adına, onlara rağmen karar alma hakkını kendinizde görmeyecek ve kararlarınızı onlara dayatmaya çalışmayacaksınız. Bunu yapabilmek, insanlarımızın “kulluğu” terk etmesine bağlı. Yoksa çağdaş bir demokrasi kurmak, çağdaş bir ülke olmak mümkün değil.

Peki, insanlar bu dayatmaya neden karşı çıkmıyorlar? Bunun için Osmanlı devlet yönetimine bakmamız gerek. Osmanlıda “kamusal varlık” kavramının hiçbir zaman ortaya çıkmadığını görürüz. “Devlet malı deniz, yemeyen domuz” halk deyişiyle ifade edilen, kamunun yağmalanmasıdır. Devlet elinde iktidarı tutan bir unsurun, yani padişahın mülküdür. İnsanlar “kul” ya da “reaya” dır. İlk ve Orta Çağ’da görülen devlet yönetimine benzer şekilde; devlet emreden, halk ise emre uymakla yükümlü insanlardır. Devletle halk arasındaki ilişki, biat kültürüne dayanan bir efendi- kul ilişkisidir. Bölüşümü belirleyen mensubiyettir. Bu durumda toplam üretimden alınan payın, üretim sürecine verilen katkıyla bir alakası yoktur. Dolayısıyla birey ve bireyselleşmeyi yaratan haklar gelişmemiştir.  Herkes, hak ve yeteneklerini aşan taleplerini haklı görebilmektedir. Cumhuriyet’in kurulması ile temel reflekslerimizde köklü değişikliklerin olduğunu söylemek de zor. Osmanlıdan gelen “kutsal devlet” inancı hala egemendir ve devlete mensubiyet bölüşümü belirleyen temel öğedir. Bunun aracılığını da siyaset yapmaktadır. İnsanlarımızın çoğu, devlete ait bir kaynağı lehlerine kullandıklarında, diğer insanların haklarını aldığını düşünmez. Onlara göre, Osmanlı kavrayışı içeresin de kutsallığını koruyan devletin sonsuz kaynakları vardır. Bu nedenle de bunları paylaşmanın kimseye zararı yoktur. Popülizmin egemen olduğu toplumlarda herhangi bir vatandaşlık eğitimi verilmediğinden, bir vatandaşlık bilinci de yoktur. İnsanlar “halk” adı verilen türdeş, kimliksiz ve bireyselliği olmayan bir yapıda tutulmaya çalışılır ve eşit oldukları söylenir. Halbuki bu şekilde bir eşitlik söylemi en büyük eşitsizlikleri gizler. Bütün bunları yaratan popülizm, ülkemizde neredeyse ulusal bir ideolojidir.

 

Bireysiz demokrasi olmaz. Gelişmiş demokratik toplumlarda, bireysel özgürlük, eşitlik, adalet temelinde bir devlet yönetimi söz konusudur. Bu demokratik yapıda insanların hukuksal olarak eşit oldukları, yasama, çalışma, mülk edinme, inanç ve vicdan özgürlüğü gibi temel hakları olduğu tartışmasız kabul edilir. Devlet ile birey arasında herkesin uymak zorunda olduğu “anayasa” adı verilen bir toplumsal sözleşme vardır. Bu şekilde hem bireylerin devlete karşı olumsuz tutum ve davranışları engellenir, hem de bireylerin hak ve özgürlükleri devlete karşı güvence altına alınır. Demokratik hukuk devletinde, yönetilenler kadar yönetenler de yasalara uymak zorundadırlar. Karşılıklı hak ve sorumlulukların yasalarla belirlendiği bu yapıda, birey- devlet ilişkisi bir dengeye oturtulmuştur. Bu denge hem bireyin varlığının hem de devletin varlığının önemini gösterir ve birinin diğerine feda edilemeyeceğinin altını çizer.

 

Karşımızda değişen bir dünya ve onun dönüştürdüğü Türkiye var. Bu sürecin yarattığı yeni bir sosyoloji söz konusu. Artık homojen, tek tip bir toplum değiliz. Yeni bir “birey- toplum” anlayışına geçiyoruz. Bu süreçte belirsizlikler çok fazla, benmerkezci bir topluma doğru eviriliyoruz. Bu sadece Türkiye’de değil, dünyada da böyle. 1980’lerde başlayan bilgi işlem teknolojilerinin, yeni üretim süreçlerinin şekillendirdiği bir durum. Eski siyaset anlayışıyla yönetilen siyasal partiler, yeni toplumsal talepleri anlayamıyorlar. Çözüm demokratik insanı yaratmakta. Siyasetin temel ihtiyaçlarını ele alırken, ücretler ve gelir dağılımının yanında; kimlikler, kültürel bağlantılar temelinde de düşünmek gerekiyor. Bireyler kendi kimliklerini, onun getirdiği farklılıkları sergilemek ve siyasetin gündemine sokmak istiyorlar. Demokratikleşme diye tanımlanan, bu haklar alanının var olması ve yasal güvenceye kavuşturulması. Günümüzde demokrasi salt bir örgütlenme biçimi değil. Yerel, ulusal ve küresel ölçekte; etnik, dinsel, mezhepsel, cinsel vs. hareketlerin, kendi güçlerini artırmak için kullandıkları bir araca dönüşmüş durumda. Devletlerin, kurumların, şirketlerin karşılıklı olarak bağımlı hale geldiği bugünkü küresel ekonomide, kendimizi diğer ülkelerden soyutlamamız, soyutlayarak refah yaratmamız ve halkın taleplerini karşılamamız mümkün değil.

 

Demokrasinin ihtiyaçlarını görmek ve bireyi yaratarak siyaseti dönüştürmek, siyasal partilerin temel sorumluluğu. Bilmeliyiz ki; demokrasiye karşı duyulan hoşnutsuzluğun, otoriter eğilimleri yaratma potansiyeli çok yüksek. İktidarı ile muhalefeti ile bütün siyasal partiler; eğer Türkiye’yi gelişmiş bir ülke yapmak istiyorlarsa, önce kendilerini değiştirmek zorunda olduklarını öğrenmek zorundalar.

 

Tuygan ÇALIKOĞLU



Bu yazı 19600 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
FOTO GALERİ
  • Bebişler
    Bebişler
  • Yurdum İnsanı
    Yurdum İnsanı
  • FANTASTİK
    FANTASTİK
  • ATATÜRK
    ATATÜRK
FOTO GALERİ
VİDEO GALERİ
  • Doğtaş Mobilya'dan 18 Mart'a Özel Video
    resim yok
  • 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi 108'nci Yıldönümü
    18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi 108'nci Yıldönümü
  • Çanakkale 2015 Tanıtım Filmi
    Çanakkale 2015 Tanıtım Filmi
  • Barışın ve Özgürlüklerin Kenti "Çanakkale"
    Barışın ve Özgürlüklerin Kenti
  • TSK'dan Muhteşem Çanakkale Türküsü
    TSK'dan Muhteşem Çanakkale Türküsü
  • Çanakkale Gangnam Style
    Çanakkale Gangnam Style
VİDEO GALERİ
YUKARI