Her gün yeni bir başlangıç yapıyor insan; görüyor, dinliyor, okuyor ve öğreniyor. Bu süreçte yaşama bakışımız değişiyor. Sürdürdüğümüz yaşam kendi seçimimiz, başkalarının değil. Bu farkındalığı yakalamamız önemli. Hiçbir uyuşmazlık yaşamadan ve çaba harcamadan yolumuzun açılması için, doğanın mükemmel “zekâsını” kullanmamız gerekli. Kabullenmeyi, sorumluluk almayı ve savunmasızlığı başardığımız da hayat daha kolay akıyor. Bir başka deyişle, hayata diretmeden, hayatla sürtüşmeden yaşamak mümkün oluyor.
“Nasıl yaşamalı?” sorusu, insan zihnini çok meşgul eden bir soru. Hep bir yol gösterici arıyor insan. Sayısız düşünür, yüzyıllardır bu soruya cevap arıyor. Aralarında varoluş sorununa farklı yaklaşan ve çözüm önerenler var. En önemli bulduklarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Herkesin sürdürmekte olduğu yaşamı, bu bilgiler ışığında sorgulamasında ve değerlendirmesinde fayda var.
Platon’a göre “erdemli olmaktır” yaşamak. Bu amaçla hep bir “öğrenme” çabası içinde olmalı insan. Bunun bireysel bir fayda olmasının ötesinde bir anlamı var. Bu felsefeye göre; bireylerin bu çabası, toplumsal yapıya yansır ve demokrasinin kalitesini artırır. Çünkü “demokrasi” ancak eğitimli kişilerle gerçekleşir. “Kulluğu” aşarak,“bireye” dönüşen insanı yaratmak gerek. Çünkü demokrasinin öznesi bireydir. İnsanlar bunu gerçekleştiremezlerse, oligarşinin önü açılır. Halkı yanlış bilgilerle donatan kişiler, diktatörler ortaya çıkar. Bu nedenle insan; huzuru ve refahı için, daha çok “bilgilenmeye” çalışmalıdır. Sonra da o bilgileri “işleyerek” hayata geçirmelidir. Çünkü “kullanılmayan bilgi”, bilgi değildir. Çünkü bir işe yaramaz.
Aristo’nun hayali; insanın “rasyonel” bir varlık olması, yani mantıkla hareket etmesidir. İnsan bu doğrultuda hareket ederek “iyi” olmaya yönelir. Aristo’ya göre, insanın nihai amacı “iyi insan” olmaktır. Ancak “yıkıcı” ve “yok edici” bir canlı türü olan insanın, birbirine karşı nasıl acımasızca davrandığı, doğal felaketlerin çok üzerinde nasıl trajediler yarattığı bir gerçek. Bu insanların ne denli çıkmazda olduğu; mutsuz, huzursuz ve kalabalık içinde “yalnız” olduğu da bir gerçek. Bu kişiler; davranışlarını sorgulamıyorlar, “ahlak” değerleri üzerinde dolaysız ve kendiliğinden bir “yargılama” yapmıyorlar. Yani kişinin doğruyu ve iyiyi yapmasını sağlayan içsel güç “vicdan”, günümüzde kaybolmuş durumda.
Hayatın amacının “haz almak” olduğunu söyleyen “Hedonizm” günümüzde çok popüler. Bu felsefeye göre insan “zevki” olabildiğince artırmalı. Temel ilke hayattan keyif almak ve bunu sürdürmek. Çünkü haz mutlak anlamda doğrudur. İnsan, eylemlerini haz sağlayacak biçimde planlamalıdır. Sürekli haz verene yönelmelidir, acı verene değil. Hedonizm hayatı; “Hemen, Şimdi, Zevk” olarak formüle eder. Hedonist görüş doğrultusunda, kişinin tek “Özsel” değer olarak hazzı kabul etmesi; erdem, bilgi, güzellik vb. kavramlarını sadece “Araçsal” bir değer olarak kabul etmesi demektir. Ünlü İngiliz düşünür George Edward Moore bunun anlamını, kişinin bu kavramlara hak ettiği önemi vermemesi olarak açıklar. Bunları sadece haz için “gerekli” gören bir kişi, bunlardan haz elde etme durumu olmadığında, bu tür şeyleri “değersiz” görebilecektir. Ya da eğer istenilen haz bunlarsız da elde edilebiliyorsa, bu kavramların bir değeri yoktur. Bunlar makul düşünceler değil. Çünkü böyle bir anlayışa dayanan hayat son derece sığdır.
Hedonizmin tam karşıtı olan “Kinik” öğreti ise; tüm kurallardan soyutlanmış ve kendini doğanın bir parçası olarak gören, özgür bireyi tarif eder. İnsanın “basit bir yaşam” sürmesini önerir. Zenginlik, ün, statü, güç ve cinsellik peşinde koşmanın “varoluş” sorunun çözümüne bir katkısı yoktur. “Arzuları” bir kenara bırakmak ve “kendine yeten” bir kişi haline gelmek hedeflenmelidir. Doğru olan “şatafatsız” bir yaşam sürmektir. Bu açıdan Doğu felsefesine benzerlik gösterir.
“Stoacılar” insanın temel amacının “mutluluk” olduğunu söyler. Buna ulaşmak için doğaya uygun yaşamak gereklidir. Dünya vatandaşlığını savunan bu felsefe, mutluluğun dış koşullara bağlı olmadığını söyler. İnsan hayattan yanlış çıkarımlar yapmamalıdır. Mutsuzluğu engellemenin “biricik” yolu budur. Hayatın anlamı; “Mantığı kavra, canın yanmasın”. Stoacılar, insandan doğanın işleyiş mantığını kavramasını bekler. Hareketlerini ona uygun yapabilmesi için bu gereklidir. Hedef insanın hayata dair yanlış çıkarımlar yapmasını önlemektir. Mutsuzluğu engellemek de buna bağlıdır. Bizi etkileyen “olayları” kontrol edemesek de olaylara “yaklaşımımızı” kontrol edebiliriz.
Immanuel Kant’ın, zihin ve etik üzerine düşüncelerini yansıtan “Kantian” anlayışın yaşama dair önerileri çok çarpıcı. Bu anlayış, evreni bir arada tutan ilkelerin altını çizer ve “sana nasıl davranılmasını istiyorsan, başkalarına öyle davran” der. Kantianizm, insanın sadece “kendi” aklına itaat etmesini savunur. İnsan, kendi kendisinin var ettiği kendinden başka bir şey değildir. Kant’a göre dünyada gerçekten iyi olan “biricik” şey, insanın kendini sevme ve koruma güdüsü değil, “iyi isteme”dir. Yani, saf aklın belirlediği isteme, insanın değerini koruyan isteme. İyi bir yasa değil, buyuran ya da buyrulan bir şey değil, ancak insanın “değerini koruma” buyruğunu gerçekleştirmeyi istemesidir. Kantçı ahlak yasasının özelliği, bize ne yapacağımızı değil, o eylemle istediğimiz şeyin ne olduğunu, hangi tarzda istememiz gerektiğini söylemesinde yatar. İnsandan; mutluluğa ulaşma çabası dışında bir özellik olarak,‘Ahlak Yasası’nı oluşturmasını ister. Bu yasayı “mutluluğun” önüne koyarak, kendinden önceki bütün düşünürlerden ayrılır.
Nihilizm ise, hayatın içten içe bir anlamı olmadığını söyler. Bu nedenle de “her şey” serbesttir. Çünkü hiçbir şeyin anlamı ve değeri yoktur. Toplum tarafından kabul edilen ve hemen herkesçe benimsenen “bilgi” olamaz. Bu felsefi görüş “varlığa” her şekliyle şüpheyle yaklaşır, hatta yok sayar. Dahası, Nihilistler Tanrı’nın varlığını, özgür iradeyi, bilginin imkânını, ahlakı reddederler. Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” aforizmasından sonra, günümüz insanını en çok şekillendiren bir felsefi görüş olarak dikkati çeker. Nietzsche’ye göre; Hıristiyan değerlerinin artık inanılmaz oluşu ve özünde nihilizm olan “Avrupa İnsanının” da ölmesi demektir. Çünkü Tanrı, “değerler” hiyerarşisinin doruğundadır. Tanrının ölmesi; ontolojik olarak varlığı, Tanrı’nın varlığına bağlı olan insanın da ölmesi demektir.
Yüzyıllardır insanlığı etkileyen bu felsefi görüşlere kısaca göz attıktan sonra, Thomas Hobbes’un dikkatimi çeken bir sözüne yer vermek istiyorum; “İnsan gördüğü olayların nedenlerini araştırır. Bu insanın doğasında vardır. Bazıları daha az, ama herkes kendi “iyi ya da kötü” kaderinin nedenlerini araştıracak kadar meraklıdır” der. Merak canlıları, yeni şeyler öğrenmeye yönlendiren doğuştan gelen bir duygudur. Merak etmek, sorgulamak, nedenleri anlamak, öğrenmek hepsi çok değerli süreçlerdir.
Pek çok insan yaşamı olağan bir şey olarak görüyor. Kalabalığın bir “parçası” olarak yaşamını sürdürüyor. Sorgulamadan, herkes gibi yaşıyor. Ancak, bu süreçte “şüphe etmek” çok gerekli. Neden? Çünkü “dogmatik” olanla yetinmemeliyiz, yani “deneye” dayanan bilgileri kullanmadan, “inançların ve kanaatlerin” belirlediği bir yaşam sürmemeliyiz. “Şüphe”, felsefi sorgulama için en temel kavram. Bu sorgulamayı yapan insan, “gerçekliğin” göründüğü gibi olamayabileceğini fark eder. Arka planında neler olacağını düşünür. Dolayısıyla algısal görüşlerin ötesine geçebilir. Şüphe etmeden yaşayanlar ise, bireyselliğini zaman içinde kaybeder ve kolektif kimliklere bağlanırlar. Herkesin yaptığını yapmak, yaşadığı gibi yaşamak, dogmatik kalıplara sıkışarak “sıradan” bir hayat yaşamak zorunda kalırlar.
Amerikalı düşünür Ralph Waldo Emerson; Tanrı’nın her zihne,‘gerçeklik’ ile ‘rahat bir yaşam’ arasında, kendi tercihini yapması için bir imkân sunduğunu söyler. Bunların hangisini seçeceği, insana kalmış bir şey. Ama ikisini birden seçme şansı yok. Varoluşa felsefi bir bakış için,“konfor “alanını terk etmek ve “sorgulamaya” başlamak ilk aşama. Sürdürmekte olduğumuz hayattan vazgeçmeden, “yeni” bir başlangıç yapmak mümkün değil.
Tuygan ÇALIKOĞLU