thejrc.org
Bugun...
Bizi izleyin:


Tuygan Çalıkoğlu


Facebookta Paylaş









Tercihimiz Otokrasi mi? Yoksa Demokrasi mi?
Tarih: 22-01-2023 10:08:00 Güncelleme: 22-01-2023 10:08:00


Otokrasi, tüm siyasal yetkilerin tek bir kişinin elinde bulundurması ve tek başına karar vermesi demek. Monarşiden farkı, yetkinin miras yoluyla kalmamış olması. Otokraside yetkiyi ele geçiren kişi, halk adına, kendisi karar verir; iyi, doğru ve güzel bulduğunu halka dayatır. Buna karşılığında halkın sorunlarını çözmeyi vaat eder. Katılımcı demokrasilerde durum bunun tersidir; halk, kendisi için iyi doğru ve güzel olanlara kendisi karar verir, toplumsal sorunlarına çözüm üretir ve temsilcileri aracılığı ile hayata geçirir.

 

Almanya merkezli Bertelsmann Vakfı’nın2020 yılı Dönüşüm Endeksi’nde; Türkiye,“demokrasi” olmaktan çıkarak, ilk kez “ılımlı otokrasi” olarak sınıflandırıldı. Endeks iki yılda bir yayınlanıyor ve 120 ülkede 250’yi aşkın uzmanın analizlerinin sonucunu yansıtıyor. Son yayınlanan 2022 yılı Endeksi’ne bakarsak; hukuk devleti, demokratik kurumların istikrarı ve devletin temel işlevini yerine getirmesi bakımından Türkiye gerilemiş durumda. 137 ülke arasında ancak 74. sırada yer alıyor. Bu süreçte milliyetçilik yükselirken, otoriter siyasal İslamcı anlayışın da güçlendiği görülüyor. Rapora göre Türkiye’nin üç temel sorunu var: “Otoriterleşmenin konsolidasyonu, ekonomik kırılganlık ve artan oranlarda ihtilafların hâkim olduğu bir dış politika”.

 

Raporun çarpıcı bir yanı da demokrasinin dünya çapında gerileme sürecine girmiş olması ve otokrasinin pek çok ülkede yükselmeye başlaması. 2020 yılı Dönüşüm Endeksi’nde; gelişmekte olan ve gelişiminin eşiğindeki 137 ülkenin 67’sini demokratik rejimler oluşturuyor. Otokratik devletlerin sayısı ise, 70’e yükselmiş durumda. Proje yönetmeni Hauke Hartmann, bunun son 15 yılda ölçtükleri en kötü sonuç olduğunu ve çok vahim bir siyasal dönüşümü gösterdiğini söylüyor. Küresel ölçekte artık daha az özgür ve adil seçim, daha az ifade ve toplanma özgürlüğü söz konusu. Dahası, kuvvetler ayrılığı ilkesi de giderek yok oluyor.

 

Türkiye 2011 yılına dek, İslam ve demokrasiyi bağdaştıran bir ülke olarak dikkat çekti. Ancak 2013 yılından sonra Erdoğan, farklı bir yönetim anlayışını sergilemeye başladı. Bunun adı “Ataerkil ve siyasal İslamcı liderlik”. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nden bu yana, demokrasinin olmazsa olmazı “güçler ayrılığının” kalmadığı ve siyasal katılımcılığın çok azaldığını görüyoruz. Ak Parti’nin “Yeni Türkiye” olarak adlandırdığı bu dönemde; “güçlü” yürütme sistemi, otoriter eğilimleri konsolide ediyor. Sistemdeki sınırlı sayıda liberal demokratik ve reformcu siyasal aktörler de demokratik yollardan seçilen cumhurbaşkanının otoriterleşme hamlelerini tersine çevirecek güçte değiller. 

 

Erdoğan, popülist milliyetçi söylemleriyle ülkeyi kutuplaştırıyor. Kimlikler üzerinden yürütülen bir siyaset var. Bu politikalar hem Kürtleri hem de seküler reformcu kesimleri hedef haline getiriyor. İşin çarpıcı tarafı; milliyetçi söylemlerin, sadece Ak Parti ve ortağı MHP tarafından değil, muhalefet partileri tarafından da kullanılıyor olması.

 

Diyanet İşleri Başkanlığı kamusal hayatı dizayn etmeye çalışıyor. Diyanet’in siyasette artan ağırlığı dikkat çekici ve Türkiye’nin homojen bir İslami toplum olmasına yönelik. Amaç, Erdoğan’ın politikalarıyla Türkiye daha İslami bir yaşam tarzına dönüştürmek. Bunun adı “kültürel mühendislik”, Diyanet İşleri de bunun aracı. Resmi olarak karar mekanizmalarında yar almadan nasıl yapıyor bunu? Kararlara meşruiyet kazandıran bir otorite gibi nasıl hareket edebiliyor? Cevabı yok bu soruların.

 

Demokratik kurumların işleyişinde de yaşanan büyük gerilimler var. Yandaşlık, siyasallaşma, liyakate dayanmayan atamalar, yok olan hesap verilebilirlik, dramatik biçimde düşen kamu yönetimi verimliliği ve kalitesi. Dahası, kamu harcamalarında şeffaflık yok, başta Merkez Bankası olmak üzere, pek çok bağımsız olması gereken kurum doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı. Bu durum temel kaygı alanlarını oluşturuyor. Meclis ve kamu yönetimi dâhil, tüm demokratik kurumlar giderek artan biçimde yürütmenin kıskacında.

İç siyasette yaşananlar, Türkiye’nin dış politikasını da etkiliyor. Türkiye uluslararası sorunların çözümünde, diplomasiden her geçen gün uzaklaşarak “güç kullanma” stratejisine yöneliyor. Bu tercih ise; uluslararası ilişkilerde Türkiye’yi “öngörülemeyen ve güvenilmez bir partner” konumuna getirmiş durumda. Ne yazık ki uluslararası ilişkilerde Türkiye algısı böyle. Buna yol açan; dış politika karar alma süreçlerinin cumhurbaşkanlığının tekeline girmesi.Dış politikada kurumsallığın kaldığını söylemek zor.

 

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçtikten sonra yargı bağımsızlığında yaşanan gerilemeler, Türkiye’nin serbest pazar ekonomisini de engelliyor. Bu artık yapısal bir sorun. Yolsuzlukla mücadele için bağımsız bir kurumun olmaması, Türkiye için çok büyük bir eksiklik. Ak Parti, yolsuzlukla mücadele için hedeflediği reformların büyük bölümünü hala hayata geçirmedi. Kamu idaresi, Erdoğan tarafından merkezileştirilmiş durumda. Şeffaflık yok, denetim yok. Bu durumda sistemin yolsuzluğa daha elverişli bir hale gelmesi kaçınılmaz. Ciddi hukuk ihlalleri yaşanıyor, ekonomi yönetiminin bağımsızlığı yok. Bu durum ekonomiyi çok olumsuz etkiliyor. Türkiye bir tarafta Batı ile ilişkilerinde gerilim yaşıyor, diğer bir tarafta bölgesel ihtilaflara taraf oluyor. Diğer tarafta kurumlar siyasallaşıyor, milyonlarca mülteci/ sığınmacı akın ediyor, pandemi sürecindeki yasaklamalar, kapanmalar ekonomiyi çıkmaza sokmuş durumda. Ekonominin düzelmesi için yapısal ve kurumsal reformların yapılması şart. Düzenleyici kurumların bağımsızlıkları güvence altına alınmalı. Kamu yönetiminde reform şart. Liyakat ve şeffaflık ile birlikte kamu harcamaları denetlenmek zorunda.

 

2023 yılı Cumhuriyet’in 100. Yıl dönümü ve tarihsel bir seçim yapacağız. Öncelikle demokratik ve çoğulcu bir kültürü yaratma ihtiyacımız var. Siyasal tutukluların serbest bırakılması,Türkiye’nin normalleşmesi açısından önemli. Bağımsız yargı, özgür medya ve güçlü bir sivil toplum yaratmalıyız. HDP’yi kapatma gibi, Kürt vatandaşların örgütlenmesini bastırmaya yönelik çabalara son vermeliyiz. Etnik, dinsel, mezhepsel ve kültürel çeşitliliği sahiplendiğimiz bir Türkiye hedefimiz olmalı.

 

Türkiye’nin demokratikleşme çabası neredeyse yüzyıl önce başladı. Ne yazık ki bugüne dek kurumsallaşamadı, gelişemedi. Sık sık sivil destekli darbelerle kesintiye uğradı. Diğer zamanlarda da kurumsallaşmış bir vesayet rejimini hep yaşadık. Hukukun üstünlüğü ve insan haklarının kurumsal güvenceleri hep zayıftı. Seçimler yapılmasına karşın, vatandaşlar sivil özgürlüklerinden yoksundu. İktidarın faaliyetleri hakkında bilgilerden mahrum bırakıldı. Bu nedenle “açık toplum” olamadı Türkiye. Böyle bir demokraside; yöneticilerin, iktidarlarının sınırlarını görmezden gelmeleri normal. Seçimlerde ya manipülasyon ya da hile yapıldı. Seçimler; ülkenin liderlerini ve politikalarını değiştirmek yerine, görevdeki kişiyi meşrulaştırmak ve güçlendirmek için kullanıldı.

 

Türkiye’de bugün, uluslararası pek çok kuruluş tarafından kabul edilen bir otokratik yönetim var. Demokrasinin karşıtı olan otokratik yönetimlerin temel özelliği; yönetenin, yönetme otoritesini doğrudan doğruya kendisinden almasıdır. Literatür; otokratların, otoritesini kimseyle paylaşmadıklarını ve yaptıklarından dolayı kimseye hesap vermediklerini söyler. Dahası, yönetimin tek kişiye dayanmasının ötesinde, lider adeta “kutsal” bir kişilik olarak kabul edilir. Bu bağlamda, akademisyen ve yazar Prof. Mustafa Erdoğan’ın çarpıcı bir öngörüsü var; “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istisnai (ve arızi) görev algısına ve onun seçmen tabanının psikolojisine bağlı olan Türkiye’deki otokratik rejim, Erdoğan sonrasında çok büyük ihtimalle sona erecek.”

 

Özetle; Türkiye’nin meselesi, sadece liberal değer ve kurumlardan değil, demokrasiden de uzaklaşması meselesi.Kısmi ya da düşük yoğunluklu demokrasi olarak tanımlanan bu süreç 2011 yılında Ak Parti’nin seçmen tabanını yüzde 50’ye çıkartmasıyla başladı. Dolayısıyla Erdoğan; önce başbakan sonra da cumhurbaşkanı olarak, Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşmasının baş aktörü. Bugün Türkiye’nin askeri düzenini andıran siyasal partileri var. Demokratik kurumları ve gelenekleri çok zayıf. Cumhurbaşkanına bağımlı hale gelmiş yasama ve yargı organlarıyla “değişim” beklemek hiç kolay değil. Ancak yine de yaratılacak “farkındalık” ile halkımızın sağduyusu harekete geçirilebilir, olumsuz gidişat durdurulabilir ve yeni bir dönemi başlatılabilir. Bu sorumluluk hepimizin. Bu iş sadece siyasal partilere bırakılmayacak kadar önemli. Ülkemizi ve çocuklarımızı, nasıl bir geleceğin beklediğini çok iyi görmek ve ona göre hareket etmek zorundayız. Bu nedenle; Cumhurbaşkanı ve Milletvekili Genel Seçimlerinde, iktidarın değişmesini sağlamak hepimizin ortak hedefi ve sorumluluğu.

 

Tuygan ÇALIKOĞLU



Bu yazı 17678 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUM
Yorum

YAZARIN DİĞER YAZILARI

ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
FOTO GALERİ
  • Bebişler
    Bebişler
  • Yurdum İnsanı
    Yurdum İnsanı
  • FANTASTİK
    FANTASTİK
  • ATATÜRK
    ATATÜRK
FOTO GALERİ
VİDEO GALERİ
  • Doğtaş Mobilya'dan 18 Mart'a Özel Video
    resim yok
  • 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi 108'nci Yıldönümü
    18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi 108'nci Yıldönümü
  • Çanakkale 2015 Tanıtım Filmi
    Çanakkale 2015 Tanıtım Filmi
  • Barışın ve Özgürlüklerin Kenti "Çanakkale"
    Barışın ve Özgürlüklerin Kenti
  • TSK'dan Muhteşem Çanakkale Türküsü
    TSK'dan Muhteşem Çanakkale Türküsü
  • Çanakkale Gangnam Style
    Çanakkale Gangnam Style
VİDEO GALERİ
YUKARI